NELER NELER YAŞANDI OKUR HİÇ BİLMİYORDU...


.
Sabahattin Ali Ve Aziz Nesin’in Kavgası.
Sabahattin Ali istanbul’dan Ankara’daki dostlarına mektuplar yazarak ısrarla yazı istiyordu. Bunların başında Cevdet Kudret ve Rüştü Şardağ geliyordu. Abidin Dino’dan da bol bol desen bekliyordu. Mektuplarında ”Biz bu gazeteyi halk için çıkarıyoruz. Halk da bunu anlamak da kusur etmiyor” diyordu. 3. sayı 15 bin basıldı, 4. sayı da 25 bin. 16 Aralık 1946’da çıkan o sayıda Ankara’da kıyametler koparan bir iki yazı yer alıyordu. 4. sayının basılması bir olay olmuştu. Çünkü Tan Matbaası’nın sahibi Halil Lütfü Dördüncü Tan Olaylarının yarattığı kabusla Markopaşa’yı basmaktan korkuyordu. Aziz Nesin sayfa kalıplarını Tan’dan almak zorunda kaldı. Kapı kapı dolaştı, hiç kimse Markopaşa’yı basmak istemiyordu. Gençler Markopaşa’ya karşı gösteriler düzenliyorlardı. En sonunda Nazım Bey Markopaşa’yı basmayı kabul etti ama her gün ona da sayısız tehdit mektupları geliyordu. Babıali’de korkunç bir terör havası esiyordu. Terörü CHP örgütlüyor bu gençler de tetikçi oluyorlardı. Ve çok geçmeden Sabahattin Ali ve Aziz Nesin tutuklandılar. Sabahattin Ali 2 Ocak 1947, Aziz Nesin de 3 Ocak ta Emniyet Müdürlüğünden çıktıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi yeniden işe sarıldılar.
Gazetenin 5. sayısı 60 bin basıldı. Sabahattin Ali ”Tam Demokrasi” adlı bir başyazı yazdı. ”Sahtelerinden Sakınınız” yazısında da bir süre dinlenmeye çekilen Markopaşa’nın yerine bazı leş kargalarının sahte Markopaşa’lar basıp satışa sürdükleri anlatılıyordu. Sabahattin Ali ve Aziz Nesin 17’şer günlük hücre hapsinden, dayaktan, tekmeden hiç ders almamış olarak gazetenin politikalarını aynı sertlikte sürdürüyorlardı. Rıfat Ilgaz da Validebağ Sanatoryumu’ndan çıkarak 100 lira aylıkla ekibe katılmıştı.
Sabahattin Ali’nin Ankara’ya gitmesi bir hayli gecikmişti. Eşini ve biricik kızı Filiz’i de çok özlemişti. Bütün çevresi Ankara’daydı. Gazetenin 6. sayısı çıkar çıkmaz soluğu Ankara’da aldı. İstanbul’daki gergin hava onu çok yormuştu. Tutukluluk dönemi, tehditler, yazıların derlenip toparlanması…Gazeteyi bir süre Ankara’dan yönetmeyi düşünüyordu. Markopaşa İstanbul da güvendiği arkadaşlarının elindeydi. Gözü arkada kalmayacaktı. Ama Ankara’ya geldikten bir hafta sonra Aziz Nesin’den aldığı bir mektup bütün keyfini kaçırdı. Nesin şöyle diyordu mektubunda.
''Dinle beni; Bana gönderdiğin ilk mektubunda, Aziz, diye başlıyor arka arkaya 7 madde sıralıyor ve bu maddelerde öyle nasihatler ediyordun ki, sanki benim Markopaşa ile hiçbir alakam yokmuş da, senin maaşlı bir memurunmuşum gibi. İşe başladığımızdan beri aynı. Bunu açıkça konuşalım. Emir, tavsiye, yarı nasihat yollu sözler ve yazılar canımı sıkmaktadır.
Darılma, gerçeği ve duygularını olduğu gibi söyleyen adamım. Bu Markopaşa işinde hiçbir zaman seni itip öne geçmek, önde görünme sevdasında değilim. Fakat ne şekilde olursa olsun geriye itilmeye, kakılmaya gelemem. Biliyorsun ki fikir halinden iş haline kadar Markopaşa bana aittir. Böyle olduğu halde Markopaşa da yapılacak hatalardan dolayı benden fazla endişe duyan bir halde, bana tavsiyelerin gücüme gidiyor. Her hissimi ben açıkça söylemekle ilerideki anlaşmazlıkları önlemiş olurum. Birbirimize karşı, kurnazlıktan uzak, samimi davranalım. Bu samimiyet birbirimize katlanmak gibi yapay jestler olmamalı. Yani sen ne kadar Markopaşa’nın batmasından, kapanmasından endişe duyarsan, ben de en az o kadar duyarım. Senin sermayen kadar benim mesaim, emeğim var. Sonra biraz da, manen olsa, eserim sayılır. Senin bana yaptığın tavsiyeler kendi eserime ihanet ediyormuşum ya da Patron Sabahattin Ali’nin dergisinde çalışan maaşlı memurun ihmali gibi geliyor.
Bunlar beraber çalışmamız için gereken esastır. Tenkitlerinde haklı olabilirsin. Benden daha tecrübelisin, daha bilgilisin, bu bakımdan tenkitlerini dinlerim. Tek kafama uymayan olursa tartışırız. Yani körü körüne dinlemem. Bu da böyle. İşin maddi yanına gelince, Markopaşa batarsa veya kapatılırsa ben senden maddi bakımdan daha perişan olurum. Senin kaybettiğin sermayeye senden daha fazla ben üzülürüm. Bu üzüntüm sana olan dostluğumdan ve benim yüzümden olduğu içindir. Bunu böyle bil…Bir dakika: Mesala diyorsun ki, işbu yazının hiç hatasız çıkmasını sağla. İki gözüm bu da l'af mı? Yani, sen patronsun, ben senin maaşlı memurun muyum? Benim dikkatime rağmen yazı hatalı çıkarsa bunun ne gibi sebepleri olduğunu bilmez misin? Bunlar benim canımı sıkıyor. Ve haklıyım dostum.''
Bu mektubu alınca Sabahattin Ali beyninden vurulmuşa döndü. Acaba Aziz Nesin’e karşı davranışlarında saygısızlık mı etmişti? Onu bu ölçüde gücendirecek, kıracak, kızdıracak ne yapmıştı? Mektubu bir kaç kez yeniden okudu. Bir türlü içine sindiremedi. Sonra eşi Aliye Hanıma dönerek ”Bak Aliye, Aziz bana neler yazmış” dedi. Al sen oku. Mektubu dikkatle okurken Aliye Hanımın gerginleştiği her halinden belli oluyordu. ”Pek hayret etmiyordum dedi. Zaten ben onu hiç tutmazdım. Senden önce de adını duyduğumu hiç anımsamıyorum. Aziz seni yeterince tanıyamamış. Seninle gerçek bir arkadaşlık kurduğunu da sanmıyorum. Onun meşhur olmasına sen neden oldun, öyle değil mi?”.
Sabahattin Ali: ”Hayır, o zaten ünlü bir gazete yazarıydı ama Markopaşa ona daha geniş bir ün kazandırdı. Beni iyi tanıyamadığı muhakkak, tanısaydı bunları yazmazdı.”
Sabahattin Ali çok üzgündü. Ertesi gün Cevdet Kudret’e ve Abidin’e bu mektup olayını anlattı. Onlarda ''böyle gerginlikler olabilir iş hayatında fazla üzerinde durmayın. Çok kısa zamanda çok büyük işler yaptınız, sana hiçbir şey olmamış gibi olgun davranmak yakışır, sende ona bazı şeyleri önerirken daha dikkatli ol, görüyorsun ki, en küçük şeyden nem kapıyor' 'deyip kapattılar konuyu.
Sabahattin Ali, Aziz Nesin’in bu mektubunu ister istemez sineye çekti. Ertesi gün ona daha ılımlı bir dille bir mektup yazıp gönlünü almaya çalıştı. Gazeteyi Ankara’da basmayı önerdi. Aradan bir hafta bile geçmeden Aziz Nesin’den bir mektup daha geldi. ”Çok meşgulüm, uzun yazamayacağım” diye başlayan mektubunda gazeteyle ilgili hesap sorunlarına değinip şöyle sürdürdü;
''Karşılıklı tartışmalarımızda ikimizin de haklı olduğu taraflar var. Fakat ben %52,5 haklıyım. Sen %47,5. Benim yaptığım işlerde kendi patronluk hislerini veya bir miktar paraya sahip oluşunun gururunu tatmin etmeye kalkma rica ederim. Ama söz senindir. Sana danışmam gerektiğini biliyorum. Buna imkân yoktu. Görüyorum ki, mektubunda acemice siyaset yapıyorsun. Benim de yazıcılık yanımı tatmine uğraşıyorsun. Eleştirilerini çoğu zaman haklı buluyorum. Yalnız senin değil, başkalarının da eleştirilerini dinliyorum. Kusurlarımı söylüyorsun, haklısın. Hiçbir zaman kusursuz olduğumu iddia edemem. Hayatım boyunca kusurlarımla mücadele etmekteyim. Başımıza yeni bir belâ gelirse ancak o zaman gazeteyi Ankara’ya taşırız. Ben adeta Ankara’dan korkuyorum. Benim başkaca dayanacak hiçbir şeyim yok.''
Bu yazışmalar olurken Aziz Nesin İstanbul’da Markopaşa’nın 7. sayısını hazırlıyordu. Sabahattin Ali de Ankara’da 7. sayı için yazılar yazıyordu.
8. Sayının basıldığı günlerde 27 Ocak 1946’da Sabahattin Ali hâlâ Ankara’daydı. Aziz Nesin bir mektup daha göndermiş gazetenin 34 bin basıldığını ifade ettikten sonra konuya şöyle devam etmişti;
''Sık sık mektup yazmadığımdan şikayete hakkın yok. Biliyorsun, fazla işte zaman kaybı gereksizdir. Tenkitlerine gelince, Hüseyin Cahit’e ”İpten, kazıktan kurtulmuş” demem yerindedir. Tenkit edenler ve sen haltetmişsiniz. Zatıaliniz, benden bir ricada bulunuyorsunuz. Oradan bazı arkadaşların gönderdiği yazıları daha geniş ve sadık bir şekilde kullanmaya çalışacakmışım. Gazete bir tek kişinin elinden çıktığı anda (tekdüze) olurmuş! Sonra ben o yazıların traşlarını çıkaracak, yavan nükteleri atacak, fakat kişiliklerini değiştirmeyecekmişim. İşte sana gayet ciddi bir ultimatom. Ben kimseye Markopaşa’ya yazması için söz vermedim. Hatta sana, senin yazılarına bile, daha ilk konuşmamızda yapacağım muameleyi söylemiştim. Bugün Markopaşa 24 bine çıktıysa senin arkadaşlarının yazılarıyla çıkmadı. Bu lâflarımdan benim kendini beğenmiş bir adam olduğum sonucuna varma. Bunları infialle de yazmıyorum. Hiçbir zaman kendini beğenmiş bir adam da değilim. Her ikimiz ayrı ayrı kendi işlerimize baksak daha iyi olur.
Ben kimseden yazı istemiyorum. Rica da etmiyorum. Yazarlarsa ne alâ. İsterlerse yazsınlar. Yazılan yazıları da her türlü değiştirme hakkına sahibim. Cancağızları isterse. Ben haftada iki, üç Markopaşa çıkartabilirim. Bu lâfları senin anlayışına bırakıyorum. Bunu gerekirse tartışırız. Fakat sanırım ki bunu tartışmaya bile tahammül edemeyeceğim.
Ben demiyorum ki ben iyi bir mizah yazarıyım. katiyen böyle bir iddiam yok. Fakat ilk konuştuğumuz gibi Markopaşa Aziz Nesin damgasını taşıyacaktır. Ve bu damgayı taşıdığı müddetçe satılır. Bunu anlar mısın? Allah aşkına, bana yazdıklarını biraz düşün. O kadar asabım bozuluyor ki, bilemezsin. Ben hayatımda bu kadar uzun mektupları kimseye yazmadım. Yazımın kaligrafisi bile bozuldu. Tekrar ediyorum, yazıya ihtiyacım yok. Kendine güvenen arkadaşlar bir dergi çıkarabilirler. Öteki mizah dergilerine de yazı verebilirler. Kimseye ihtiyacımız yok. Senin ve arkadaşlarının tenkitlerini beklerim. Yazı da beklemiyorum. Hatta senden bile beklemiyorum. Yani gittikçe kan beynime sıçrıyor, iyi ki yanımda değilsin. İsterlerse yazılarını yazsınlar. Yazılarını istersem koyarım. Senin başyazını değiştirerek kullandım. İnsaflı olursan değişikliği beğenmen gerekir. Olmazsan başka. Allah aşkına rica ederim, yalvarırım sana. Beni iş yapmayacak halde sinirlendirme. Hasta oluyorum…''
Okuyucular elbette ki gazetenin ne koşullar altında ve ne tür gerginlikler içinde hazırlandığını bilmiyorlardı. Herkes Sabahattin Ali’yle, Aziz Nesin’in aralarında hiçbir kavga, gürültü ve tartışma olmadan, herkese örnek bir dostluk içinde çalıştıklarını sanıyorlardı. Oysa ne bunalımlı günler yaşanıyordu. Sabahattin Ali bu mektupları alınca kahroluyor ama davanın başarısı için sinirlerine hakim olarak Aziz Nesin’e ılımlı mektuplar yazıyor ve yalnız bazı iğneli sözlerle üzüntüsünü belirtmeye çalışıyordu. Aziz Nesin de, sinirleri düzelince mektuplarında Sabahattin Ali’nin gönlünü almaktan geri kalmıyordu.
''Sabahattinciğim, seni gücendirdiğimi anlıyorum, beni affet. Fakat çok rica ederim. Beni böyle yazılar yazmaya zorlama. Beni kışkırtıyorsun. Yazıyorum, sonra üzülüyorum. Yazdığın gibi, sen benim gibi kaba değilsin. Ben ne de olsa askerim. Kusurlarımı da yüzüme vurma. Bunları biliyorum.
Sabahattin Ali’ye nasıl mektup yazılacağını öğrenmeye çalışıyorum. Bunlar ufak ve gelip geçici şeyler. Yalnız kendini haklı görme. Mizaçlarımız da birbirimize zıt değil. Zıt bile olsa, bu beraber çalışmamıza engel değil. Senin bilgin ve deneyimine olduğu kadar sağduyuna da güveniyorum. Bana darılma. Fakat öyle garip yazılar da yazma. Tenkitlerinde haklısın. Kusurlarımı tekrarlamamaya çalışıyorum. Kim bilir burada nasıl bir buhranlı anımda sana o mektubu yazdım. Ben böyle yazıp söyleyince boşalıyorum, rahatlıyorum. Bana darılma. Yakında gelirsen fena olmaz. Gözlerinden öperim.!!
Aziz Nesin
Sabahattin Ali bu mektubu alınca çok rahatladı. Bütün üzüntülerini unuttu. O zaten hiç de kinci bir insan değildi. Mektubu hemen sevgili eşi Aliye Hanım’a ve Ankara’daki yakın dostlarına okudu. Onlar da ”Biz sana bunlar gelip geçici şeyler, dostlar arasında böyle gerginlikler olur ve çabuk unutulur dememiş miydik? Barışmanız çok iyi oldu. Artık birbirinizi yemeyin” dediler…Markopaşa 22. sayısından sonra hiç beklenmedik şekilde kapatıldı. Kapatılma nedeni gazetenin 19. sayısında çıkan aruzla yazılmış bir şiirdi.
Kaynak:
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi, ”Başın Öne Eğilmesin” Sabahattin Ali’nin Romanı, kitabından alınmıştır.
.
Edebivizör editörleri.

Hiç yorum yok: